Başlığımız yakın zamanlarda yayımlanan popüler bir diziyi çağrıştırabilir belki. Ancak Osmanlı ihtişamının yaşandığı 16. yüzyılın (1500’lü yılların) kırk altı yılı boyunca padişahlık yapmış olan Kanuni Sultan Süleyman’a, yaşadığı dönemin dünyasında: “Muhteşem Türk (Magnifique/Magnificent Turk)” sıfatı yakıştırılmıştır zaten. Demek istediğim, biz “Muhteşem Yüzyıl” derken yakın tarihli bir dizi filmin diliyle değil; on altıncı asrın diliyle konuşmuş oluyoruz aslında. Bu asrın ihtişamı yalnızca Kanuni Süleyman ile de sınırlı değildir üstelik. Onun öncesinde Yavuz Sultan Selim’in büyük zaferleri ihtişamın en somut örneğini yaşatmıştır ki, onun dönemi Osmanlı tarihi boyunca devlet hazinesinin tam dolu olduğu yegâne devirdir. Kazanılan topraklar ve elde edilen ekonomik başarı bakımından muhteşem bir devir özelliğine sahiptir Yavuz dönemi.
Yavuz, tek oğlu Süleyman’a muhteşem bir saltanat yaşaması için adeta her şeyi sunmuştur. Kanuni’ye kalan, yeteneğini, ferasetini kullanıp bu ihtişamı sürdürmek; devletini büyütmektir. Yavuz ve Kanuni ikilisinin bıraktığı muhteşem miras o kadar sağlamdır ki, onlarla aynı çapta olmaktan çok uzak çocukları (II. Selim – III. Murat – III. Mehmet) döneminde bile sürmüş denilebilir. Böylece 16. yüzyıl hafızamıza topyekûn bir biçimde muhteşem yüzyıl olarak kazınmış ve bu durum genel dünya tarihinde de kabul görmüştür.
Bizim bu yazıdaki asıl konumuz Yenişehir’in 16. yüzyıl’daki manzarasına, durumuna bakmaktır. Bu asır Yenişehir için de “Muhteşem Yüzyıl” olarak nitelendirilebilir mi? sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Döneme ait arşiv belgeleri, mühimme defterleri, tapu tahrirleri, tarih yazmaları ve seyahatnameler rehberimiz olsun ve bizleri beş asır öncesinin Yenişehir’ine bir nebze götürsün.
BALİBEY CAMİSİ
Muhteşem Yüzyıla Girerken Yenişehir’de İlk Büyük Eser: Bali Bey Camisi…
Muhteşem yüzyıla geçişte (15. yüzyılın sonlarından 16. yüzyıla geçerken) Yenişehir’e kazandırılmış en önemli eser Bali Bey Camisi’dir. Yenişehir’in tarihî eserleri içerisinde yüz yıllar devirip günümüze ulaşabilen ve bu uzun zaman yolculuğunda orijinalliğini en fazla muhafaza edebilmiş eserlerin başında gelir. Bu özgün mabet, etrafında çarşının kurulmasına da sebep olduğu için halk arasında: “Çarşı Camii” olarak adlandırılmıştır. Cami, çarşı ve imaretten oluşan bütünlüklü bir yapı (külliye) olarak şehrin merkezi haline gelmiştir. Kuruluş devrinin Yenişehir’i ağırlıklı olarak Orhan Camisi ile Kumluk Camisi arasında uzanan nispeten küçük bir şehir iken Balibey/Çarşı Camisi sayesinde şehir Batı yönüne doğru yeni bir genişleme istikameti kazanmıştır. Evliya Çelebi, 1671’de Yenişehir’i ziyaret ettiğinde Bali Bey Camisi’nin yapılış tarihini gösteren orijinal kitabeyi görmüş ve okumuştur. Buna göre cami Hicrî 914 senesinde (1508 – 1509 yıllarında) tamamlanmıştır. Zamanla çarşısı büyük bir yangın geçirirken, camisi ise birkaç kez tamir edilmiştir. Günümüze kadar gelen bir tamir kitabesinde, tamiratı yaptıran şahsın ismi “Halil Beg bin Mehmed Beg bin Derviş Paşa” olarak yazılıdır. Tamiri sağlayan bu zâtın şeceresi Bali Bey’e kadar uzanmaktadır.
Peki, caminin ve etrafındaki çarşının kurulmasını sağlayan Bali Bey kimdir?
1969’da yayınladığı makalesinde Balibey Camisi’nin mimari özelliklerini ortaya koyan sanat tarihçisi Tülay Reyhanlı’nın ve ondan önce Yenişehir’i gezmiş kıymetli mimar Ekrem Hakkı Ayverdi’nin cevabını net olarak bulamadıkları bu soruya kesin cevabını tarihî belgelere dayanarak büyük tarihçi Halil İnalcık vermiştir.
Bali Bey,1484 tarihli Bursa kadı sicilinde: “Hamza Bey oğlu Mehmed Bey oğlu” olarak geçmektedir. (Bkz. Halil İnalcık, “Bursa Kadı Sicillerinden Seçmeler”, Belgeler, c.X, S.14, 1980 – 1981, s.73). Buna vakfiyelere dayanarak bir ekleme de biz yapalım: Bali Bey, Fatih ve II. Bayezid devrinin önde gelen paşalarından Kara Mustafa Paşa’nın da kardeşidir. (İsmini zikrettiğimiz bu zatı, 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile karıştırmayalım!). Bursa – İnegöl - Yenişehir – Pazaryeri’ni kapsayan büyük bir vakıf kurmuş; II. Bayezid’in kızı Hatice Sultan ile evli ve maalesef yine Sultan II. Bayezid tarafından katledilen Kara Mustafa Paşa’yı vakfiyesi ile birlikte ayrı bir yazının konusu yapacağız.
Bali Bey’e dönecek olursak, onun, akıncılardan meşhur Malkoçoğlu Balibey ile de bir ilgisi yoktur. Bali Bey’in ağabeyi Kara Mustafa Paşa’yı haksız yere öldürttüğünü anlayan dönemin sultanı II. Bayezid, maktulün bütün mallarını, vakıflarını varislerine iade etmiş ve kardeşi Bali Bey’e ise diğer bir kızı olan Hümaşah Hatun’u vermiştir.
Yenişehir’deki camisinin ve imaretinin gelir kaynağı olması için Bursa merkezdeki ünlü, üç katlı tek han Bali Bey Han’dan elde edilen kazanç bağışlanmıştır. Bali Bey, 1494’te vefat etmiş ve Karacabey’de toprağa verilmiştir. Günümüzde caminin güney tarafında bulunan iki mezar sandukasından birisi 1504 (Hicrî 910); diğeri ise Haziran - Temmuz 1549 (Hicrî Cemaziyelahir 956) tarihlerini göstermektedir.
Bali Bey Camisi, beş yüz yılı aşkın bir süredir hizmet vermeye devam etmektedir. Demek ki, muhteşem yüzyılın Yenişehir ölçeğindeki ilk büyük eseri Bali Bey camisi, imareti ve çarşısıdır. Yüzyılın başında bu yapılar; ortasında Akbıyık Rüstem Paşa Kervansarayı ve aynı yüzyılın sonlarındaki Sinan Paşa Külliyesi Yenişehir’in muhteşem yüzyılının eserleridir.
YENİŞEHİR’DEKİ TAHTE KAVGASI
Yavuz Sultan Selim’in Yenişehir’deki Casusu: Durali
Babası Sultan II. Bayezid’i tahttan çekilmeye zorlayan Yavuz Sultan Selim, iktidarını sağlamlaştırmak için ağabeyleri Ahmed’i ve Korkut’u ortadan kaldırmak zorundaydı. En büyük ağabeyi Ahmed ile taht kavgasını Yenişehir Ovası’nda yapmıştır.
Hicrî 919 tarihli (1513 – 1514 yılları) Bursa Şeriyye Sicili’nde (Sicil no: A.23/25, varak 48 b) dönemin önemli siyasi gelişmeleri gün gün kaydedilmiştir. Buna göre, 8 Safer 919 Perşembe günü (14 Nisan 1513) Yenişehir Ovası’nda Yavuz Sultan Selim ile ağabeyi Ahmet’in kuvvetleri arasında muharebe vuku bulmuş ve muharebeyi kaybeden Ahmet’in cenazesi, aynı muharebede ölen iki oğlunun (Murad ve Alaüddin) cenazesiyle birlikte, ertesi gün Bursa’ya gönderilmiştir.
(Kaynak: Osman Çetin, “Yavuz Sultan Selim Devrine Ait A 23/25 Numaralı Bursa Şer’iyye Sicili”, Yavuz Sultan Selim Dönemi ve Bursa, 2018, s.595).
Sultan Selim ile Şehzade Ahmet arasındaki büyük taht kavgasının yaşandığı dönemde hayatta olan ünlü ressam, tarihçi Nasuh Matrakî, söz konusu muharebeyi anlatırken, Yenişehir Ovası’nın askerler ve bayraklarla hıncahınç dolduğunu ve iki taraf arasında çok büyük savaş olduğunu şöyle anlatır:
“Sultan Selim dahi heman göçüp Yenişehr Ovası’na vüsûl buldu. Ahmed dahi dava-yı saltanat içün gelüp kondu. Ovanın içi iki taraf askerinin kesretinden dopdolu olup, âlemler ve bayraklar ziynetinden rû-yı zemîn lale-vâr müzeyyen oldu. İki cânibden kus-i harbiler çalınup, saflar, alaylar bağlayup ve dilaverler meydana girip cenge agaz eylediler”.
(Kaynak: Nasuh, Tarih-i Âl-i Osman, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayını, İstanbul, 2019, s.310).
YILDIZLAR ADEDİNCE ASKER
Yavuz Sultan Selim’in sohbet – eğlence arkadaşı (musahibi) Hasan Can’ın oğlu Tarihçi Hoca Sadeddin Efendi’ye gelince, o da bahsettiğimiz bu taht kavgasının detaylarına vakıf olanların başında gelmektedir. Onun yazdıklarına göre, Amasya’dan Bursa’ya doğru hareket eden Şehzade Ahmed, Ermeni Derbendi’ne (Pazaryeri – İnegöl arasında İnegöl’e yakın bir mevki) geldiği vakit, Sultan Selim de Bursa’dan İnegöl’e yönelmiştir. Bunun üzerine Ahmed, Bursa yerine Yenişehir’e yönelmiş ve kardeşinden önce şehre girmiştir. Bu hamle karşısında Selim’in ordusu da Yenişehir Ovası’na gelip konmuş ve iki taraf karşı karşıya gelmişlerdir. Hoca Sadeddin bu durumu: “Ucu bucağı olmayan ova, kalabalık bir orduyla doldu. Yıldızlar adedince asker, o karanlık gecede uğraş gününü bekleyerek, uykuyu gözlerinden savdılar” şeklinde tasvir etmiştir (Bkz. c.4, s.163). Her iki taraf da heyecanlı bir gecenin ardından sabahın ilk ışıklarıyla birlikte sıcak bir karşılaşmaya başladılar.
Selim – Ahmet taht mücadelesinin hemen öncesinde her iki taraf da birbirlerinin gerçek gücünü öğrenmek amacıyla casuslar kullanmışlardır. Osmanlı Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi belgeleri arasında Yavuz’un Yenişehir’deki casusu Durali’den gönderilen bir istihbarat mektubu bulunmaktadır (TS.MA.e. 812/17). Durali’nin kendisi Yenişehirlidir ve Yenişehir ahalisinin iyice yaklaşan bu taht kavgasındaki eğilimini bildirmiştir. 1513 yılının mart ayı başlarında Yavuz’a gizlice gönderilmiş bu mektupta halkın çoğunlukla Yavuz tarafını tuttukları haberi verilmiştir. Kamil Kepecioğlu’nun Bursa Kütüğü’nde (c.4, s.177) Turali Bey’in kimliğini de öğreniyoruz. Buna göre, kendisi Bali Bey’in oğullarındandır ve akıncılar arasında efsaneleşen “Malkoçoğlu” diye bilinen kişi bu zattır.
Nitekim Yeniçerilerden başka halkın teveccühünün de ekseriyetle kendisinden yana olduğunu gören Selim 1513 Nisan’da Yenişehir’de Şehzade Ahmet kuvvetleriyle yapılan savaşta büyük üstünlük sağlamış ve ağabeyini ortadan kaldırmıştır.
KANUNİ YENİŞEHİR’DE (1534, 1536, 1553)
Bağdat Seferi’ne Osmanlı ordusunda bir asker ve ressam olarak katılan Silahdâr/Matrakçı Nasuh, bize hem bu seferin anlatımını verir hem de ordunun konakladığı yerlerin resmini minyatür şeklinde çizer. O yerlerden biri de Yenişehir’dir.
Yenişehir’in en eski görseli Nasuh’un çizimidir. Bu minyatürde İznik – Yenişehir ve Akbıyık alt alta çizilmiştir. Böylece yaklaşık beş yüz yıl önceki Yenişehir’in nasıl bir yerleşim olduğu hakkında Nasuh’un minyatürü bizlere fikir vermektedir. “Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn” adlı eserinde yazılanlara göre başında bizzat padişahın bulunduğu Osmanlı Ordusu, 1534 yılının 22 – 24 Haziran günlerini İznik’te geçirdi. O günler Kurban Bayramı günleriydi. 25 Haziran Perşembe günü İznik'ten kalkan ordu, “Derbend’i aşıp nefs-i Yenişehr’e dahil oldu”.
Padişah, perşembe akşamından cuma namazı sonrasına kadar Yenişehir’deki sarayda istirahat etti. Ordu şehrin hemen yakınında ovada karargâh kurarken, padişah ve en yakınındaki adamları Cuma namazlarını Yenişehir Orhan (Ulu) Camisi’nde kıldılar. Namazdan sonra Yenişehir’den hareket eden padişah, ordusuyla beraber güneye doğru ilerledi. Yenişehir – Akbıyık yolunda “Kalbursu” denilen akarsuyun üzerindeki köprüden geçtiler. 27 Haziran Cumartesi günü (Hicrî 15 Zilhicce 940 senesi) Akbıyık’ta mola verildi. Padişah Akbıyık konağında dinlenirken, Bağdat’taki İran şahının zulmünden kaçıp gelmiş Cihangiroğlu Aşireti temsilcileri huzura çıkıp yardım dilediler. Kendilerine padişahın hediyeleri sunuldu. Bu molanın en önemli anlarından biri Kanuni Sultan Süleyman’ın, manevî önderlerden Akbıyık Sultan’ın türbesini ziyaret edip dua etmesidir. Bundan sonra padişah, muhteşem ordusuyla birlikte Bağdat yolculuğunda bir sonraki menzile doğru ilerledi ve Yenişehir’i ardında bıraktı. Bize seferin güncesini aktaran Nasuh, ordunun ihtiyacı olan arpayı kaça aldığını bile kaydetmiştir. Buna göre Derbent Pamucak mevkisinde arpanın kilesi on; Akbıyık’ta ise yediye alınmıştır. Bu da Yenişehir’in Osmanlı ordusuyla alışverişi olarak kayda geçmiştir. Sefer halindeki orduyla yöre ahalisi arasında yapılan bu türden alım – satıma “sürsat” denilmekteydi. Sefer yolunun önemli menzillerinden olan Yenişehir’in tüccarı, hayvan yetiştiricisi bu sürsatlar sayesinde önemli kazanç sağlamaktaydılar.
YİNE BİR KURBAN BAYRAMI
Yaklaşık bir buçuk yıl süren Bağdat Seferi’nde İran Safevi şahını mağlup eden ve Bağdat’ı şiilerin elinden kurtaran Muhteşem Süleyman, seferin dönüşünde yine Yenişehir’e uğramıştır. Bu kez tarih 2 Ocak 1536’dır (Hicrî 8 Receb 942). Yazmaktan ve daha çok da çizmekten yorgun düşmüş olmalı ki Nasuh, dönüş yolculuğunda sadece yer ve tarih kaydı düşmüştür.
Bağdat Seferi dönüşündeki Yenişehir ikametinden on yedi sene sonra Kanuni Sultan Süleyman bir kez daha (üçüncü ve son kez olarak) Yenişehir’de bulunacaktır; hem de bir Kurban Bayramı’nda.
Şimdi bu son ikametinden bahsedelim biraz. Hicrî 960 senesinin Ramazan Bayramı, 10 Eylül 1553 tarihinde başladı. Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman, üç günlük bayram süresince Yenişehir’de ikamet etti. Yenişehir, tarihinin en muhteşem, kalabalık bayramını o yıl yaşadı. Sultan Süleyman, bayramdan iki gün önce Yenişehir’e gelip yerleşmiş ve bayramın bitmesinden sonraki ikinci günde Yenişehir’den ayrılmıştır.
Dönemin tarihçilerinden Hasan Beyzâde Ahmed Paşa, Kanuni’nin Yenişehir’de konaklaması ve bayramlaşması ile ilgili olarak şunları yazmıştır: “Hazreti Sultan Süleyman, asker-i mansûr ile Îd-i Şevval’i (Ramazan Bayramını) Yenişehir’de eylediler. Şehzâde Bayezid, padişah-ı saîdi anda istikbâl eyledi. Ol menzil-i meymenet-meâlde cümle erkân ü ayâna ve kul taifesine bahşiş inâm buyurdular”.
(Bkz. Hasan Beyzâde Tarihi, Hazırlayan: Şevki Nezihi Aykut, TTK Yayınları, Ankara, 2004, c.II, s.127).
Padişahın Yenişehir ikameti toplamda bir hafta kadar sürmüştür. Padişah, kalabalık bir ordu eşliğinde Yenişehir’e geldiğinde yanında şehzadelerinden Cihangir de bulunuyordu. Diğer şehzadelerinden Bayezid ise, babasını karşılamak için Yenişehir’de hazır bekliyordu. Sultanı, iki şehzadesini ve kalabalık heyetini barındırabilecek bir yer olması Yenişehir’in dikkat çekici bir özelliğidir.
Osmanlıların, Osman Gazî’den kalma ilk bey sarayının burada olması; ayrıca hanları, hamamları ve konaklarıyla önemli bir şehir olması, burayı padişahların gözde mekânı haline getirmiştir. Nitekim Kanuni’nin yukarıda bahsedilen ikametinden yaklaşık yirmi yıl sonra (1560’ların sonlarına doğru) Bursa’dan Yenişehir’e gelen ünlü şair, nakkaş Rahmi, Yenişehir’in son derece güzel ve gelişmiş bir yer olduğunu yazdığı şiirde uzun uzun belirtmiştir.
Kanuni’nin bayram öncesinde İstanbul’dan başlayan ve bayram haftası dönemi Yenişehir’de süren bu muhteşem yolculuğunun sonu maalesef büyük bir hüzünle Konya Ereğli’de noktalanmıştır. Kanuni Süleyman burada büyük oğlu Şehzâde Mustafa’yı boğdurtmuştur. Bu trajik olay, bayram ertesini mateme çevirmiştir.
MİMAR SİNAN’IN ESERİ
Rüstem Paşa’nın Akbıyık’taki Kervansarayı: Mimar Sinan Eseri
Kanuni devrinin ünlü veziri ve aynı zamanda padişahın damadı Rüstem Paşa’nın Yenişehir’in Akbıyık köyündeki önemli bir eserinin varlığını kaynaklardan biliyoruz. Hem de Muhteşem Mimar Sinan’ın eseri olan devasa bir kervansaray maalesef günümüze kadar gelememiştir. Muhteşem yüzyılın ortalarında hizmete açılan kervansarayın ilk misafirlerinden birisi de Avusturya elçilik heyeti ile birlikte yol alan Hans Dernschwam’dır ve biz kervansarayın detaylı tarifini ondan öğreniyoruz.
Hans Dernschwam ve beraberindekiler İznik’te bir gece geçirdikten sonra Yenişehir’e doğru yola çıkıyorlar. Yenişehir’e Latince karşılık olarak “Castrum novum” kelimelerini kullanıyor ve ekliyor:
“Eskiden burada böyle bir şehir yokmuş, onun için Yenişehir demişler”. Seyyahımız doğru bir tespitle Yenişehir’in bir Osmanlı Türk şehri olduğunu; şehir olarak evveliyatının bulunmadığını belirtmiştir. Yenişehir’de geçirdikleri süre içerisinde şarap arayışına giren Avusturya elçilik heyeti şehir merkezinden istediklerini bulamamış ve ancak ismini belirtmedikleri civardaki bir Rum köyünde istediklerini tedarik edebilmişlerdir.
Dernschwam Yenişehir günlüğüne şunları ekliyor:
“Burası düz bir arazi, kasabanın etrafında buğday tarlaları çok. Her tarafta küçük küçük birçok köy var. Bu havalide oturanlar padişahtan gündeliğini alan askerlerdir (Topraktan geçinen tımarlı sipahileri kastediyor olmalıdır). Bunların tarlaları, hayvanı ve esirleri vardır. Esirler çalışıyor, Türkler yiyor. Esirleri on on beş sene çalıştırdıktan sonra özgürlüklerini veriyorlar. Burada çalışan bir Alman esirle konuştuk. Türkler çalışmayı pek sevmezler”.
KOYUN POSTLU İSPANYOL
Seyahat günlüğüne kervansarayla ilgili olarak şunları kaydetmiş Hans:
“17 Mart 1555’te Yenişehir’den hareketle Türkçe adı ‘Akbıyık’ olan iki - üç mil uzaklıktaki küçük bir köye doğru yola koyulduk. Köy, adını Orhan Gazî’nin savaşçılarından (Seyyah burada bir zaman – dönem hatası yapmıştır) Akbıyık adındaki birinden almıştır. Bu zat duvarlarla örülmüş bir yerde yatıyor, kabrini bizzat gördüm. Akbıyık türbesinin yanında fırını andıran kubbeli diğer bir türbe daha gördük. Ayrıca Akbıyık’ta Valencialı bir İspanyol’a da denk geldik. Otuz yıldır burada yaşarmış. Sırtında koyun postu ile Mekke’ye gitmek isteyen bir derviş olmuş. Rüstem Paşa Akbıyık’ta bir kervansaray yaptırmış. Atlarımızı kervansaraya koyduk, biz de önüne çadır kurup, yerleştik. Kervansarayın içi Alman usulü iki yüz at konabilecek kadar geniştir. Yirmi dokuz ocağı ve yan tarafta ot ve saman konması için üç bölmesi var. Önünde bir çeşme gördük. Çeşmenin altında vaktiyle mezar taşı olduğu anlaşılan bir mermer yalak var. Yollar kaldırım döşeli ve Estergon suyuna benzeyen oldukça büyük bir suya kadar uzanıyor. Suyun üzerinde ayakları taştan yapılmış ve her iki tarafına sağlam duvar örülmüş bir tahta köprüden geçtik. Bu suyun adı “Kalbur Su” imiş. Sağ tarafta dağın yamacında etrafı üzüm bağları ile çevrili bir köy var. Dağın eteğinde sağda büyük bir havuza benzeyen bir göl görünüyor. Buradan itibaren manzara güzelleşiyor. Yolun her iki tarafında dağlar ve köyler görüyoruz. Fakat ne yazık ki hepsi de bakımsız. Buralar vaktiyle bakımlı yerler imiş”.
(Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, trc. Yaşar Önen, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1987. s.219-220).
Kervansarayda konaklamış yabancı seyyahımızın verdiği bu ayrıntılı, ilginç bilgiler çok değerli ama yitik bir tarih hazinemizin varlığına işaret ediyor. Konuyu destekleyen, kervansarayın varlığını teyit eden yerli tarih kaynaklarımız da vardır. Bu kervansarayın varlığını ilk olarak Reşad Ekrem Koçu’nun bir eserinde görmüştüm. “Osman Gazî’den Atatürk’e 600 Yılın Tarih Panoraması” adlı eserde Mimar Sinan’a ait eserlerin listesini yapan Koçu, bu eserler arasında Akbıyık Rüstem Paşa Kervansarayı’nı da saymıştır (s.61). Mimar Sinan Usta’ya ait on yedi kervansaraydan birinin Yenişehir sınırlarında yapılmış olması önemlidir.
Tarih hazinelerimizi keşfetmeye çalışan yetkililer ve tarihçilerin saha araştırması yaparak kervansarayın yerini tespit etmesi çok anlamlı bir girişim olacaktır. Gerekirse, yeniden bir rekonstrüksüyon yapılarak eser canlandırılabilir. Yazma tezkireler ve “Tuhfetül mimarin” adlı eserden yola çıkarak yapının detaylı çizimi oluşturulabilir. Akbıyık Kervansarayı hakkında bilgiler hazırlanmış bir doktora tezinde de mevcuttur.
(Bkz. Bir bürokrat ve yatırımcı olarak Kanuni Sultan Süleyman'ın veziriazamı Rüstem Paşa, Hazırlayan: Hacı Ahmet Arslantürk, Marmara Üniversitesi, 2011, s.130 – 131).